Milli Tarih
10 Haziran 2013 Pazartesi
22 Mayıs 2013 Çarşamba
Doğu Türkistan
Doğu Türkistan, makûs kaderinden asırlardır kurtulamamış, bir taraftan Rusya diğer taraftan Çin’in kıskacı arasında sıkışarak hayat mücadelesi vermeye çalışmaktadır.
Doğu Türkistan yüzölçümü itibariyle 1.828.418 kilometrekaredir. Doğu Türkistan; Tibet, İç Moğolistan ve Mançurya gibi Kızıl Çin müstemlekeleri dâhil, bütün Çin topraklarının beşte birini teşkil etmektedir. Fakat zengin petrol yataklarına sahip olması ve son dönemlerde Çin-Rusya arasındaki enerji yakınlaşmalarının kesiştiği bölge olması hasebiyle bölgenin önemi daha da artmıştır.
Doğu Türkistan, Türklerin eski yerleşme alanlarından biridir. Bölgeye ilk hâkim olan Türk Devleti, Hunlardır. M.Ö. 300 yıllarından itibaren Türk birliğini kurma çabalarına giren Hun Devleti, Doğu Türkistan’ı kendisine bağlamıştır. Doğu Türkistan coğrafyası bu tarihten sonra sırasıyla; Hun (M.Ö. 220-M.S. 386), Tabgaç (386–534) ve Göktürk (550–840) hâkimiyetinde kalmıştır. Uygur Türkleri 840 yılında bölgeye yerleşmiştir.
840 yılında Kırgızların Uygur başkentine girmesinden sonra Uygurlar kendilerini toparlayamamışlardır. Bir kısmı Kuzey Çin tarafına (Kansu bölgesine), bir kısmı da bugünkü Doğu Türkistan (Turfan ve Kaşgar) tarafına göç etmişlerdir. Bu bölgede kurulan Uygur Devleti Cengiz istilasına kadar varlığını devam ettirmiştir.
Doğu Türkistan’a göç eden Uygur Türklerinin başında Vu-hi Tegin’in kardeşi Ngo-nie Tegin bulunuyordu. Bunlar, 840’ta Kara-balasagun’da istilacılar tarafından öldürülen Uygur kağanının yeğeni Mengli’yi kağan seçerek 856’da Doğu Türkistan toprakları içinde 3. Uygur Devleti’ni kurmuşlardır. Uygur Devleti, Karahanlı Devleti ile X. yüzyılın sonlarına doğru birleşinceye kadar hüküm sürmüştür.
Yedisu tarafına göç eden Uygurlar, kendilerinden evvel buraya kadar gelerek yerleşik hayata geçen ve Tibetlilerle olan savaş sırasında Doğu Türkistan’ın güney taraflarına kadar gelen (Kaşgar, Yarkent, Hoten) Uygur Türkleriyle kaynaşmışlardır. Uygurlar, Karluk Türkleriyle birleşerek 880’de Karahanlı Devletini kurmuşlardır. Doğu Türkistan daha sonra Kara Hoca Uygur Hanlığı (846–1218) ve Türk-Moğol İmparatorlu hâkimiyeti altında kalmıştır (1218–1759).
1750’de Çin işgali başlamış ve 1862 tarihine kadar sürmüştür. Bu süre içinde Doğu Türkistan’da 42 isyan hareketi olmuştur. 1863’te Mehmed Yakup Bey, Kaşgar merkez olmak üzere devlet kurmayı başarmıştır. Bu devlet Abdülaziz’den istedikleri yardımı almışlardır. Mehmed Yakup Bey, en büyük desteği ise II. Abdulhamid tarafından görmüştür.
Desteğe rağmen kurulan devlet uzun ömürlü olamamıştır. Yakup Bey’in 1877 yılında vefat etmesi üzerine Çin hemen Doğu Türkistan’a saldırmıştır. 18 Mayıs 1878’de Doğu Türkistan’ın tamamını işgal etmiştir. 18 Kasım 1884’te Çin imparatorunun emriyle 19. eyalet olarak Şin-cang (Xin Jian “Yeni Toprak”) adıyla doğrudan İmparatorluğa bağlanmıştır.
1931 yılında Kumul kentinde bağımsızlık mücadelesi neticesinde bölgedeki Çinlilere karşı zafer kazanılmış ve 12 Kasım 1933’te Kaşgar’da Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulmuştur.Hoca Hacı Niyaz cumhurbaşkanı ilan edilmiştir.
Rus-Çin rekabetinden dolayı isyana destek veren Rusya daha sonra kendi egemenliğindeki Türklere (Batı Türkistan) kötü örnek olacağı korkusuyla isyan sonrasında Çin’e destek vererek kurulan devletin yıkılmasına yardımcı olmuştur.
Mücadele devam etmiş, 1944 yılında Gulca’da Çinlilere karşı yine galip gelinmiştir. Ayaklanmaya destekleyen Rusya, Gulca’da 1944 yılı Ekim ayında Şarkî Türkistan Cumhuriyeti’nin kurulmasına yardımcı olmuştur. Gulca, Tarbagatay ve İli şehirlerini içine alan bu cumhuriyet bölgedeki Çin kuvvetlerini yenmiştir. Ancak Rusya bu hızlı gelişmelerden korkup bu Cumhuriyetin yöneticilerini Çinliler ile anlaşmaya zorlamışlardır. 1946 yılında iki hükümet arasında 11 maddelik bir metin imzalanıp birleşik hükümet kurulmuştur. Böylece bu devlet de Rusya’nın olumsuz tutumu neticesinde ortadan kalkmıştır.
Bu arada Mao Çin’e hâkim olmayı başarmıştır. 1949 Eylül’ünde Doğu Türkistan’daki Çin birliklerinin komünist Çin hükümetine bağlılıklarını bildirmelerine üzerine Çin hiçbir askeri güç kullanmadan Doğu Türkistan’ı işgal etmiştir.
Uygur Türklerine reva görülen vahşiyane Çin zulmünün altında inleyen Doğu Türkistan’ın kısa tarihini anlattık. Ancak Türklerin bağımsızlık uğruna ölüme seve seve gideceklerini yine de en iyi Çinliler bilir. Bu Türklerin sönmeyen ateşidir.
Etiketler:
Çin,
Çin Zulmü,
Doğu Türkistan,
Rusya,
Türkistan
Kürşat ve 40 Çerisi
Büyük Göktürk Devleti yıkılmış,Türkler dağıtılmış, kalanlar tamamen Çinin esaretine girmiştiler.Büyük oyunlarla,büyük hilelerle koca Türkistan Çin esaretine girmişti.Çinliler yavaş yavaş himayesi altındaki Türklere Çin adetleri aşılıyor, Çin elbiseleri giydiriyo,Çimce konuşturuyor ve onlara Türklüklerini unutturmaya çalışıyorlardı... Hakaniyet ailesinden kalan tek kişi Göktürk Prensi de Çin de esir durumundaydı... Tang İmparatorluğu'nun baş muhafızı olan Kürşad ve onun 40 korkusuz dostları Çin'de esir tutulan Göktürk Prensi'ni alarak Türk Birliğini yeniden kurmak için harekete geçtiler.Önce Çin Kralı esir edilecek daha sonra takas ile Göktürk Prensi alınacaktı. Çin kralı bazı geceler şehri dolaşmaya çıkardı.Ancak o gün yoğun fırtına yüzünden çıkmamıştı.Ama Kürşad'ın da kaybedeceği zaman yoktu...Çünkü en ufak bir anlaşmazlıkta Çinliler Bu İhtilal'in haberini duyacak ve bunu binlerce Türk öldürerek geçiştirecekti. Mecburen Kürşad ve 40 Türk, Çin sarayını bastılar. Amaçları Çin Hükümdarını alarak kaçmak idi. Ancak, Saraydaki nöbetçi ve korumaların hepsi önlerine yığıldı. Yerden adeta mantar gibi Türeyen Çin çerileri arasında kalmıştı 41 Yiğit. Çin Hükümdarına bu etten duvarı geçerek ulaşlımayacağını anlayan Kürşat, askerlerini Sarayın ahırına doğru yöneltti. Seyisleri öldürerek 41 at alıp, uzaklaştılar. Ancak, dillere destan Büyük Çin Ordusu, bu 41 Çerinin ardına takılmış,geliyordu. Kürşat, gidebildikleri son yerde durup, ordusunu kovalayan Çin Ordusuna döndürdü. Vey Irmağı Kıyısındalardı ve 41 kişiye Bir Ordu çıkıyordu... Kürşat, bunun artık bir ölüm-kalım savaşı olduğunu anladı ve 41 Çeriyi, Çin Ordusuna saldı. Gecenin körü idi savaş başladığında. Bu 41 Türk Önderi, üstün Savaş yöntemleriyle Çinliler üzerinde büyük bir nüfuz kurdular... ... Gün atıyordu... Ve Kürşat, etrafı oklarla dolmuş zırhını sıyırarak etrafına baktı. 40 Çerisinin 40ı da ölmüş, gerisinde ezik bir Çin Ordusu bırakmıştı... Kürşat da Savaşmaktan, Oklardan, Kılıç darbelerinden yorgun düşen bedenini bir arkadaşının koynuna yasladı ve 41 Çerisiyle birlikte Bu Türk Asilzadesi Uçmağa vardı... Elbette amaca ulaşılamamıştı ve bu hareketten bir sonuç çıkmamıştı.Ancak bu 40 Türk yiğidinin bu cesareti dilden dile ,ilden ile yayıldı..Herkes Türk'ün isterse neler yapabileceğini bir kez dahaanladı ve tüm Türk illerinde ayaklanmalar başladı... Bu ayaklanmalar ise sonuç verdi ve sonunda 2.Göktürk (Kutluk) Devleti kuruldu.Bu devlet Asya da en büyük sınırlara ulaşan devlet ünvanıyla tarihe adını altınlarla yazdırdı... Durağı Uçmağ Ola...
Kanije Savunması
Kuşatma öncesi durum
1600 yılında Avusturya'ya karşı ilerleyen Osmanlı ordusu Kanije kalesini ele geçirdi.[4] Kalenin komutanlığına Tiryaki Hasan Paşa getirildi. Kalede 9,000 civarında bir askeri kuvvete ek olarak cephane ve erzak bırakan Osmanlı ordusu geri çekildi. Bunu fırsat bilen Avusturyalılar, 9 Eylül 1601'de Kanije Kalesi önlerine geldiler. Avusturyalılar gelir gelmez, kalenin dış çevreyle olan bağlantılarını kestiler.
Kuşatmanın gelişmesi
Avusturya ordusu 35.000 ile 100,000 arası asker ve 47 büyük topa sahip idi. Orduda Avusturyalıların yanı sıra İtalya, İspanya, Malta ve Papalık askerleri de vardı. Osmanlı Ordusunda ise 9,000 yeniçeri ve küçük çaplı 100 civarında top vardı. Bunun da yanında, az miktarda cephane ve erzağı vardı. Ayrıca, Haçlı Ordusu kalenin tüm dış bağlantılarını kesmiş bulunuyordu. Hasan Paşa ilk başlarda sadece tüfek atışı yaptırdı.
Haçlı Ordusunun komutanı Arşidük II. Ferdinand Osmanlı ordusunun topu olmadığını düşünüp saldırıya geçti. Bu tuzağa düşen Haçlı Ordusu, Osmanlı ordusunun aniden bütün toplarının ateşlemesi sonucu ağır kayıp verdi.
Verdiği ağır kayıptan sonra Haçlı Ordusu, daha sert bir şekilde saldırmaya başladı. Bir süre sert saldırılara direnen Tiryaki Hasan Paşa, artık kalenin sadece silahlarla savunulamayacağını anladı. Bunun sonucunda, aklına düşmanın psikolojisini bozarak onları geri çekilmeye zorlamak fikri geldi. İlk iş olarak kalenin dışında ölen askerlerin ceplerine kurmaca mektuplar koydu. Bu mektuplarda yazdığına göre, kalenin uzunca bir süre daha direnebilecek erzağı ve cephanesi bulunuyor; ayrıca Belgrad yakınlarında bulunan padişahın ordusunun her an orada olabileceği yazıyordu.
Bu yalanları duyan Arşidük Ferdinand, zaten kale hala düşmediği için sinirliydi, telaşlandı ve küplere bindi. Bunun sonucunda, saldırıları daha sıklaştırdı ve sertleştirdi. Ayrıca, Hasan Paşa'nın kellesini getirecek askere, 40 köy bağışlayacağını söyledi. Saldırıların sertleştiğini ve sıklaştığını gören Tiryaki Hasan Paşa, yalan mektupların kendilerine zararlı olduğunu anladı. Ama aklına başka bir fikir geldi. Bu fikir sürekli mehter marşı çaldırarak, sanki kalenin içinde sürekli şenlik yapılıyormuş gibi görünmekti. Fikrini uygulamaya koyunca, Arşidük Ferdinand sinirinden delirdi. Her yerde avaz avaz bağırmaya başladı. Bütün askerlerini daha saldırgan yapmak için, onlara bağrıp durdu. Kanije Kalesi'nin illaki düşmesini istiyordu.
Kuşatmanın 2. ayına yaklaşılırken, kaledeki cephane çok ciddi bir şekilde azalmış durumdaydı. Bu durum Tiryaki Hasan Paşa'yı kara kara düşündürüyordu. Aklına yapacak bir şey gelmemişti. Tam bu sırada, Yüzbaşı Ahmed Ağa imdadına yetişti. Gerekli maddeler temin edildiği takdirde, barut yapabileceğini söyledi. Bunun üzerine, tüm gerekli maddeler temin edildi ve imalata başlandı.
Üretilen bu barut, 2-3 hafta kadar idare etti. Ama bu barut da bitmek üzereydi. Erzaklar da artık ihtiyaçları karşılayamıyordu. Bir de sert kış geliyordu. Bu şekilde kalenin müdafaası imkânsızdı. Bu Tiryaki Hasan Paşa'yı umutsuz bir şekilde düşünmeye sevk etti. Ama aklına son bir çare geldi. O da olmazsa, bu kale düşecekti. Gece baskını (huruç) yapılacaktı. Orduya haber salındı ve düşmana fark ettirmeden gece baskını için hazırlıklara başlandı.
Kuşatmanın 73. gecesi yani 18 Kasım 1601'de, Hasan Paşa ve kurmayları dahil Osmanlı kuvvetleri Haçlılara gece baskını düzenledi. Beklenen yardımın geldiğini sanan Arşidük Ferdinand çok sayıdaki adamı ve muhâfızları ile kaçtı. Haçlı ordusu geride 47 büyük top, 14.000 tüfek, 60.000 çadır, 15.000 kazma kürek, binlerce erzak ve Ferdinand'ın altın tahtı ve otağı bıraktı.
Tiryaki Hasan Paşa'ya bu zaferi kazanınca, kendisine beylerbeyi ünvanı verildi.[5]
21 Mayıs 2013 Salı
Plevne Savunması
28 Nisan 1877'de Osmanlı İmparatorluğuna Rus İmparatorluğu tarafından gönderilen savaş ilamını içeren nota ile 1877-1878 Osmanlı-Rus Muharebesi başlamış oldu. Rusların Balkanlarda ordularını gönderip, saldırıya geçebileceği tek bir yer bulunmaktaydı, oda Osmanlı himayesi altındaki Romanya topraklarıydı ve Ruslar bu topraklar üstünde Siret (Sava) nehri üzerinde "Barboşi köprüsü"nün olduğu yerden ordularını geçirmek zorundaydı. Bu köprü kritik bir öneme sahip olmakla bu köprünün havaya uçurulması Osmanlılara en az 2 veya 3 ay vakit kazandıracaktı.[2]Nitekim Osmanlı kuvvetlerine askeri danışmanlık veren İngiliz danışmanlarda bu durumun farkındaydı. Köprünün hemen yakınındaki Osmanlı Tuna donanmasının komutanına İngiliz askeri danışmanı Hobart Paşa, Barbosi’nin tahrip edilmesi emrini vermiş fakat Tuna daki 4 gemilik Osmanlı filo komutanı bunun bir aldatmaca veya casusluk oyunu olduğuna dair şüpheleri yüzünden emri uygulamakta 4-5 gün kadar gecikmiş ve tam emri uygulayacakken de bu defa iş işten çoktan geçmiştir, zira Ruslar orduları ile sava nehri kıyısına gelip filoyu donanmaları ve karadaki topları ile ateşe alıp batırmış ve yoketmiştir. Sonuçta Osmanlılar için büyük bir fırsat daha muharebenin başında kaybedilmiştir.[A]Zira Osmanlı ordusu Sırp ve Karadağlı isyancıları yenmiş ve ordu balkanlara hakim olmak üzereydi.[2] [3] Buna rağmen Osmanlı hakimiyeti altındaki Romanya'da kral 1.Karol Osmanlıların yanındadır. Osmanlılardan belli bazı tavizler ve ayrıca kuvvet göndermesini ve buna karşılık kendisine bağlı kalacağını belirtir. Osmanlı Ordusu ne Romanya'nın isteklerini kabul eder ne de destek amaçlı kuvvet yollar. Sonunda kral taraf değiştirip halkından da destek görerek Rusların safına geçer ve ruslara destek için ordusunu toplamaya başlar.[3]
Vidin'de ki Osmanlı kuvvetlerinin komutanı olan Osman Nuri Paşa, Kırım Savaşı'nda Ömer Lütfi Paşa'nın yaptığı gibi[B] 25.000 askerle Romanya'ya girme ve henüz daha yerleşmemiş Rus birliklerinin üzerine saldırarak onları geriletme ve muharebeyi buraya taşıma planlarını açıklayarak Osmanlı seraskerliği'nden bu konuda izin ister. Ancak başkomutan Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa ve heyeti bu öneriyi kabul etmez. Bunun yerine Romanya'yı boşaltıp Tuna nehri boyunca savunma yapmayı seçerler. Oysaki bölgede Osmanlı askerlerinin sayısı Ruslardan fazla olması yanında Sultan Abdülaziz döneminde dış borçlanmaya karşın, harcanan paraların önemli bir kısmı orduya harcanmış ve Osmanlı ordusu en modern teçhizatlara iyi bir donanmaya sahip bir ordu haline gelmişti. Yine redif askerleri dahil pek çok askeri birliği iyi şekilde eğitimliydi. Ancak Osmanlı ordusunun komuta kademesi için aynı durum geçerli değildi. Komutanlar arasında çekişme bulunması yanında ordudaki bir kısım subaylar siyasete katılmıştı. Bunun yanında komuta kademesinde tecrübeli kumandanlara karşın; tecrübesiz veya yeteneksiz,yetersiz kumandan ve subaylarda bulunmaktaydı.Yine komuta kademesinde çekişmeler yanında bir de kurmaylık ve askeri planlama,sevk ve idare yönünden de büyük zaafiyetler mevcuttu.[4] Ruslar Osmanlının bu hareketsiz durumundan istifade ederek Romanya'daki yığınaklarını iyice arttırdılar. Sonrasında teknelerle karşıya geçip Osmanlı mevzilerine hattın zayıf noktalarıdan saldırıya geçtiler. Oysaki Rusçuk ve Niğbolu'yu topa tutan ruslar ilerleyecekleri noktaları belli etmişler ve durum Osman Paşa'nın dahi dikkatini çekmiştir. Bu ağır stratejik hatalar ve komuta kademesindeki sorunlar neticesi, iyi donanımına karşın Osmanlı ordusu yenilgi üstüne yenilgiye uğramaya başladı.[5]
Romanya'da ilerlemede dahil pek çok önerisi kabul edilmeyen Osman Nuri Paşa[C]; son olarak bu defa Osmanlı seraskerliğini atlayıp bizzat padişah II. Abdülhamit'e bir öneri sundu. Planına göre Rahova ve Vidin'den 20 tabur askerle kendisi yola çıkacak ve Niğbolu kalesine ulaşıp buradaki birlikleri yanına alarak bir kolordu oluşturup, Teteven ve Turyan geçitlerini ele geçirip ruslara ani bir hücumda bulunmak olduğunu belirtti. Öneri Padişah tarafından kabul edildi. Ancak buna rağmen padişahın bu kararı, bilinmeyen bir nedenle Osman Paşa'nın kendisine 2 gün geç iletildi. Bu 2 günlük geç bildirme sonrasında ağır neticelere sebep olmıştur. Zira emrin gelmesinin hemen akabinde kuvvetlerin eksiklerini hızla tamamlayıp 13 Temmuzda Osman Paşa Vidin'deki birlikleri ile yola çıktı ve Niğbolu üzerine ilerlemeye başladı. Ancak yoldayken buranın Rusların eline geçtiğini öğrenmesi üzerine ordusunu savunma ve karşı saldırı için diğer uygun bir mevzi olarak öngördüğü Plevne'ye yönlendirmek zorunda kaldı.[D] 20 Temmuzda da buraya ulaştı.[5] Bu arada Süleyman Paşa komutasında, bölgede bulunan Osmanlı ordusunun Şıpka geçidini neredeyse boş bir şekilde bulundurmasından ve tedbirsizliğinden yararlanan Ruslar bu tarihten bir gün önce (19 Temmuz 1877'de) stratejik öneme sahip Şıpka geçidini ele geçirdi ve Osman Paşa'nın geri hatlarına sarktı.
Böylece Osman Paşa'nın planı, daha ilk uygulamada,kendi emri altında olmayan Süleyman Paşa komutasındaki diğer Osmanlı kuvvetlerinin bu gafleti neticesi zora düşmeye başladı. Bununla birlikte Osman Paşa en azından Rus kuvvetlerinin çoğunun dikkatini buraya yönlendirip, Şıpka'nın bu sayede diğer osmanlı ordularının taaruzları neticesinde geri alınması umudundaydı.[3]
Birinci Plevne Muharebesi
Plevne'ye Rus ordusu, Osman Paşa'nın hareketinden önce 8 temmuzda saldırıya geçilen Niğbolu ile birlikte buraya öncü kuvvet göndermişler ve buradaki Osmanlı askerlerinin bir kısım bölüklerini bozguna uğratmışlardı. Ancak sayıları yetersiz olduğundan öncü kuvvetler, Niğbolu ve çevreden gelen takviye Osmanlı birliklerinin gelmesi ile geri çekilmek zorunda kaldılar.[5] Buna karşın Rus birlikleri bu defa takviye birlikler alarak 8500 kadar askerle 19 temmuzda tekrar Plevne önlerine geldiler.Kent top ateşi altına alındı.[6]İlerleyen Rus 5.tümen komutanı General Şuldner Osman Paşa'nın ilerleyen kuvvetlerinden haberdardı. Bununla birlikte Osmanlı askerlerinin yorgun ve moralsiz olduğunu, hiç bir tahkimat kurmaya vakitlerinin olmadığını, elini hızlı tutarsa kenti alabileceğini düşünmekteydi. Bu sebeple birliklerinin tam olarak toplanmasını beklemeden, 20 Temmuz günü sabaha karşı saat 5.00'de top ateşi ile şehrin kuzeyindeki ve güneyindeki 2 noktadan genel saldırıya geçti.[1][5] Rus 18. piyade alayı 1.,3. ve 5.nişancı taburları ile Türk savunma hatlarını yararak ilerleyip Osmanlıların bölgedeki redif taburları ve nizamiye taburunu zora düşürdüler.[5] Tüfek ve top ateşi ve verilen ağır zayiyata karşın bu Rus taburları ilerlemeye devam ederek Plevne eteklerine kadar ilerlediler. Ancak Osman Paşa kuvvetleri ile gelir gelmez; birliklerinin yorgunluğuna aldırmadan askerlerine saldırı ve Plevne'nin ele geçirilen dış tahkimatlarından Rusları atma emri verdi.[1]13.000 kadar Osmanlı askerinin bir seri karşı taaruzu ile pek çok asker ve en önemlisi subay kaybına uğrayan Şuldner'in ilerleyen 3 taburu başta olmak üzere bütün taburları önce saldırıya başladıkları noktaya ardından Plevne gerisine doğru çekilmeye başladı.[6]Şuldner yakındaki Rus 9.kolordu komutanlığından yardım istese de bu kolordu Ruslara hemen yardım gönderemeyecek kadar uzaktaydı. Ruslar, birliklerini Plevne'ye 3 saat uzaklıktaki Brösliniçe şehrine kadar geri çekti.[5]Böylece muharebe Osmanlı üstünlüğü ile sona erdi.[5][3]Muharebede Ruslar 2.800 kayıp verirken,Osmanlıların kaybı 2.000'di.[1]
İkinci Plevne Muharebesi
Plevne'yi Rusların eline geçmekten kurtaran Osman Paşa Rusların takviye alıp tekrar saldıracağını bildiğinden hızla şehir çevresinde daha fazla tahkimat yaptırmaya başlar.[6]Osmanlı mühendisi Tevfik Paşa tarafından öncesinde; sonrasında Osman Paşa tarafından Plevne'de kazdırılan tahkimatlar bir nal şeklini andırsa da bir birbirleri ile tünellerle bağlantılı siperler avcı çukurları şeklinde düzenlenmiştir.Uzunluğu 36 kilometre ve hat derinliği 5 kilometreyi bulabilmekteydi.[5][3] Buda Osmanlı ordusuna aynı anda takviyelerini hattın değişik yerlerine hızla gönderme imkanı sağlamaktaydı.Dahası her tabya bu siperleri ihtiyaca göre genişletme imkanına sahipti.[E]Bu arada kendi birliklerine Sofya ve çevre bölgelerden gelen takviye güçlerle Osman Paşa'nın birliklerinin sayısı 20-23.000 kişiye kadar ulaşır.[6][1]Top sayısı ise 58'dir. Bunun yanında osman Paşa muharebe'den hemen önce Plevne yakınında 17 temmuzda rusların eline geçen stratejik öneme sahip Lofça şehrini Ruslardan 27 temmuzda geri almayı başararak ikmal hatlarının daha düzenli hale gelmesini sağlar.Ruslar Lofça için karşı saldırıda bulunsalarda yerleşim birimini tekrar ele geçiremezler.[5] Lofça'nın yanında Osmanlı ikmal hatlarını kesmek için Tristinik yerleşimindeki osmanlı mevzilerine saldırıda bulunan ruslar bunda da başarısız olurlar.[5]
Buna karşın Rusların Nikolay Kridener yönetimindeki 9.kolordusu ise özellikle savaşa katılan Romanya kralı 1. Carol'dan ve çevre birliklerden gelen takviye kuvvetlerle 36.176 asker ve 176 topa ulaşırlar.[F] 31 Temmuzda Rus genelkurmayı asker yönünden üstünlük yanında büyük topçu üstünlüğünüde gözönünde tutarak Rus Romen birleşik ordusunun zafer kazanacağı ümidiyle Kridener'e saldırı emri verir.[6]9.kolordu kenti kuşatıp 3 koldan saldırıya geçer.General Schakofsky'nin süvarileri doğudan,Michail Skobelev piyadeleri ile Gravitsa mevzilerinin olduğu kuzeyden saldırır.General Schakofsky (Şahovski)'nin kuvvetleri iki tahkimatı ele geçirip ilerler ancak Rus birlikleri topçu birliklerine ve sayı fazlalığına karşın tepede iyi şekilde mevzilenmiş ve iyi şekilde topçuları konumlanmış Osmanlı birliklerinin etkili saldırıları ile karşılaşırlar ve direnişi bir türlü kıramazlar. Birliklerinin dörte birinden fazlası ya yaralanmış ya da ölmüş olan Şahovski geri çekilmek zorunda kalır. Greviça'da mevzilere bütün güçleri ile yüklenmeye çalışan ve hatta süvarilerini bile ateş hattına süren ruslar buna rağmen fazla bir kazanç elde edemeyip yine ağır kayıplarla geri çekilirler.[5] Günün sonunda Osmanlı birlikleri geriledikleri mevzileride geri alıp Rusları geri püskürtürler. Rusların 7.300 kaybına karşılık Osmanlıların sadece 2000 kaybı bulunmaktaydı.[6]
Üçüncü Plevne Muharebesi
Dimitriev-Orenbourgsky resmi, 3.Plevne Muharebesi 11 Eylül 1877 (E.T:30 Ağustos 1877) tarihinde Rus taarruzu ile Plevne'nin ön safları ele geçirildi. Az sonra Osman Paşa'nın emriyle yeni taburlar geldi ve Rus askerleri bu tabyalardan çıkmak zorunda kaldı.
2. Plevne Muharebesinden sonra Osman Paşa bir taarruza geçerek kuşatma yapan Rus birliklerini yok etme imkânını kullanamadı.Osman Paşa'nın Rusların kendi ordusunu tamamen kuşatma yönünde bir harekata girişeceğini farkedip, kuvvetlerini Plevne'den geri çekerek Ruslara karşı başka bir yerde savunma ve muharebe harekatına girişmesi yönündeki planı ise II.Abdülhamit tarafından kabul edilmedi.Zira uluslararası kamuoyunda bu savunma dikkat çekmiş olmakla padişah,bu direnişin sürmesi ile hem diplomatik olarak Rusları uluslararası kamuoyunda baskı altına alarak lehe olarak savaşın sonuçlanmasını sağlayacak diplomatik bir başarı kazanmayı; hemde Şıpka geçidini ordusunun ele geçirerek çekilmeye gerek kalmadan Rusların askeri açından zorlanabileceğini düşünüyordu.[5][7] Bu arada Osman Paşa, Süleyman Paşa ve Mehmet Ali Paşa ile yazışmalar yapar ve bunun akabinde bu paşalar Osman Paşa'nın bir aldatma amaçlı saldırı düzenleyip düşmanı oyalarken eş zamanlı Rus ordusuna saldırıp rusları Bulgaristan'daki mevzilerinden atılabileceğini belirtirler.Osman Paşa bu plana ve iki paşanın sözüne uyarak 31 Ağustos 1877 tarihinde Pelişat yönüne 1.300 Rus askerinin hayatına mal olan, Osmanlıların ise 1.000 asker kaybettiği küçük bir atlı taarruz yaptı.Ancak Şıpka ordusu komutanı Süleyman Paşa ve Mehmet Ali Paşa Osman Paşa'ya söz verdikleri şekilde Ruslara aynı anda eş zamanlı bir saldırı yapamadılar.[5] Neticede harekat yarıda kesilmek zorunda kalındı.
Bu esnada Ruslar askerlerini takviye etmeye devam ettiler. Grandük Nikolay Nikolayeviç bizzat kumandaya geçtiği Rus ordusunun sayısı 100.000 askere ulaşmıştı.[8] Bunun yanında birde general Alexandru Cernat komutasında 43,414 kişilik romen askeri birliği de ruslara yardıma geldi.[9].Osmanlı Ordusunun Lofça Muharebesi'ni kaybetmesi neticesi Plevne 4 koldan Rus Ordusu tarafından sarıldı. Osman Paşa'nın kaybedilen Lofça kalesinden katılan Osmanlı askerleriyle takviye ettiği savunma birliklerinin sayısı ancak 30.000'i zor buluyordu. Osman Paşa savunmanın geri kalan süresinde önemli bir asker takviyesi alamadı, Plevne'yi savunmaya devam etti. 11 Eylül'de kuşatan birlikler kapsamlı bir taarruza geçtiler. Rus birlikleri Plevne'nin güneyindeki mevzileri ele geçirirken Romen askerler Grivitza mevzilerini ele geçirdiler. Ancak kayıpları ağırdı zira Osmanlı ordusunun sahip olduğu ancak Rus ve Romen birliklerinde olmayan, o dönemin en modern silahlarından olan Krupp topları, hızlı ve seri ateş edebilen Henri Martin ve Winchester tüfekleri[10] kuşatmada Osmanlılara sayıca az olmalarına karşın büyük üstünlük sağlıyordu.[11] Ertesi gün Osmanlılar Rusların ele geçirdiği mevzileri tekrar geri almayı başardılar ama Romanyalılara karşı aynı başarıyı gösteremediler. Bu tarihe kadar Ruslar 20.000 asker kaybetmişti. Osmanlıların kayıpları ise 5.000 civarındaydı. Yine de bu muharebede Osmanlı Ordusunun başarısı ile sonuçlandı.
Plevne'nin düşmesi (Dördüncü Plevne Muharebesi)
Ruslar verdikleri bu yüksek kayıplardan sonra ön cepheden yaptıkları taarruzlara son verdiler. Müşir Osman Paşa'nın hatları yararak şehirden çıkma ve Orhaniye'ye çekilip burada savunmaya devam etme talebi ise Müşir Mehmet Ali Paşa'nın desteklemesine karşın Osmanlı Genelkurmayı tarafından kabul edilmedi.[12] Bunun üzerine Osman Paşa bir süre daha Plevne'yi savunmaya devam etti. Osmanlı başkumandanlığı ve özellikle Şevket Paşa II. Abdülhamit'i Plevne'ye yardım götürebilecekleri bu sebeple savunmaya devam edilmesi hususunda ikna etmişti. Ancak eski kumandan Mehmet Ali Paşa ve Müşir Rauf Paşa ise verilen emre rağmen Plevne'ye yardım götürecek yolu açamadılar,[13] dahası Osmanlı başkumandanlığında Şevket Paşa, Radomirce yenilgileri gibi belli başarısızlık ve yenilgileri Padişah'tan örtbas ederek durumu daha da kötüleştirdi[12] ve bu konuda verilecek çekilme emrini geciktirdiler.[12][G] Plevne'nin bu kadar uzun süre dayanmasından sabırsızlık duyan Rus ordusunun Genel Komutanı Eduard İvanoviç Todleben bizzat birliklerin başına geçti. Bu arada Graviça'daki mevzilerinden Baştabya'daki mevzilere 19 Ekim'de Romenler kısmi saldırıya geçti; ancak 1.000'den fazla ölü bırakarak, bozgun halinde geri çekilmek zorunda kaldılar.[5] Bununla birlikte daha önce Kırım Savaşı'nda kuşatma tarzı savaş konusunda büyük bir tecrübe kazanmış olan Todleben 24 Ekim'de Plevne'yi çember altına almaya karar verdi. Yapılan kısmi taaruzlarla Plevne yakınınındaki çeşitli istihkam ve tepeler (Yeşiltepeler ve Teliş Mevzileri[5] ayrıca Radomirçe[12]) zaptedilip Plevne üzerindeki çember daraltıldı. Şıpka’dan gelen Gorni Dubnik Muharebesi'ni kazanıp ilerleyen General İosif Gurko 28 Ekim’de 35.000 askerle Plevne-Sofya yolunu tamamen kapattı ve Plevne, dört taraftan tamamen kuşatılmış oldu.[14] 2 Kasım'da Grandük Nikolay, Plevne'deki kuvvetlere teslim olma çağrısı yaptı, 12 Kasım'da Osman Paşa bu çağrıyı reddetti.[13]Ruslar Aralık ayına kadar kuşatma altındaki birlikleri her türlü olumsuz propaganda yöntemlerini kullanıp teslim olmaya zorlasalar da başarılı olamadılar. Bu arada Rus General Skoblev 13 ve 14 kasımda emri altındaki birliklerle general Tobleben'den izinsiz Plevne'de ki Osmanlı mevzilerine bir saldırı düzenlese de bu hareketi başarısızlıkla ve 400 Rus askerinin ölümü ile sonuçlandı. [5]
Bunun yanında Osmanlı tarafından 4 Aralıkta müşir Deli Fuat Paşa Elena Muharebesi'nde Rusları yenip çeşitli ağırlıklarını zaptetse de, bu zafer Plevne üzerindeki kuşatmayı kaldırmaya yetmedi ve zafer sonuçsuz kaldı.[13] İşin daha da kötü yanı Seraskerliğe getirilen ve sözlerini tutamayıp görevden alınan müşir Mehmet Ali Paşa'nın kendisinden yaşça küçük Süleyman Paşa ile çekişmesi neticesi[13] Şıpka'da ki birliklerinin tekrar taaruzunu ve Plevne'ye yardım gönderme amaçlı planını şura vasıtasıyla reddedip birliklerini savunmaya zorlaması oldu.[H] Osman Paşa'nın, Plevne'de ki birliklerin çekilmesi yönündeki talebi başkomutanlıkça sonunda kabul ettiğinde artık çok geç olmuştu, bu çekilme planının kabulüne dair karar zaten bütün haberleşme hatları kesilmiş ve Ruslarca tamamen kuşatılmış Osman Paşa'ya da zamanında ulaştırılamamıştır.[5][12]
Yiyecek ve mühimmatların tükenmek üzere olduğunu gören Osman Paşa ordusuyla birlikte kuşatmayı yararak Sofya'ya doğru çekilme yönünde bir plan yaptı.[13] 9 Aralık'ı 10 Aralık'a bağlayan gece sabaha yakın bir saatte kuşatmayı yararak Plevne'den çıktı. Rus hatlarına taaruza başladı ilk Rus hatları dağıtıldı ancak Rusların 5:1 asker avantajına sahip olduğu bir çatışma sonucu Osmanlılar tekrar Plevne'ye geri çekilmek zorunda kaldılar. Kimi kaynaklar bu muharebede Osman Paşa'nın ayağından vurulması ve atının ölmesi neticesi kuvvetlerinde Osman Paşa öldü diye yayılan söylenti üzerine askerin moralinin bozulması ve ilerlemeyi sürdürememesinden dolayı ordunun geri çekilmek zorunda kaldığından söz eder.[3] Buna karşın bir kısım kaynaklarda zaten bu huruç harekatını rusların Plevne'ye soktukları Bulgar casuslar vasıtasıyla bildiklerini iddia etmektedir.[12] Bu çatışmada Ruslar 2.000 asker, Osmanlılar ise 5.000 asker kaybetmişti. Durumun çaresizliğini gören Osman Paşa ertesi gün (10 Aralık 1877) 40.000'e yakın askeriyle birlikte teslim oldu. Zaten o sırada Süleyman Paşa'nın sonunda yaptığı Tırnova'yı Ruslardan geri alma ve Plevne'ye yardım götürme amacı da taşıyan "Maçka Muharebesi"'ni kaybetmesi ile Plevne'nin durumu tamamen umutsuz bir hâldeydi.[12][13]
Sonuçları
Plevne tarihin akışını değiştiren tarihdeki birkaç olaydan biridir.A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918, (Oxford 1954) p. 245. Burada Osman Paşa 5 ay süre ile Rusları durdurarak ilerlemelerini geciktirmiştir. Ancak bu şehrin düşmesi Osmanlılar açısından 93 harbinin kaybedilmesinin önünü açmıştır. Zira Osmanlılar stratejik hata ve başarısız bir savunma ile stratejik öneme sahip ve Bulgaristan ile Trakya topraklarının yolunu açan Şıpka geçidini Ruslara kaptırmışlardı. Yinede geçidin çevresini askerlerle sarmışlardı. Plevne'nin Osmanlılarca tutulması neticesi ele geçirilen bu geçide Ruslar takviye kuvvet gönderemediklerinden savunma konumunda kaldılar. Buna rağmen Osmanlılar geçidi geri almak için yaptıkları 2. ve 3.Şıpka geçidi muharebelerini kaybettiler. Plevne'nin düşmesi ile Ruslar takviye kuvvetleri bu geçide göndererek 4.Şıpka Muharebesini yapıp geçit çevresindeki Osmanlı kuvvetlerini büyük bir yenilgiye uğratıp İstanbul'a kadar ilerlediler. Eğer Şıpka geçidini Osmanlılar tutabilip, 2. veya 3.Plevne Muharebelerinden birinde kaçan düşmanı takip etselerdi, Balkan cephesinde herşey Osmanlı lehine değişebilirdi.[15] Bununla birlikte bu büyük savunma "Avrupa'nın hasta adamı" olarak bilinen Osmanlı İmparatorluğu'na Batıda bir nebze hayranlık kazandırdı. Ruslara Berlin Konferansında pekte sempatik olmayan muamele yapılmasının sebeplerinden biri oldu ve Osmanlıların bu konferansta diplomatik başarı kazanmasının anahtarlarından biri oldu. Teslim olan Osman Paşa ise Rus Çarı ve ordusu tarafından iyi bir şekilde karşılanıp başarılı savunması nedeniyle Ruslarca da saygın bir muamele gördü, şehri teslim ederken Rus komutanlara teslim ettiği kılıcı askerlik kuralları gereği başarılı muharebe çıkaran generallere gösterilen saygının bir ifadesi olarak kendisine geri verildi. Savaş sonunda Osmanlı topraklarına geri dönen Osman Paşa II. Abdülhamit tarafından başarısı nedeniyle saray mareşalliğine yükseltildi.
Bununla birlikte esaret koşullarının kötülüğünden esir düşen Osmanlı askerlerinin az bir kısmı savaş sonunda sağ olarak ülkelerine dönebilmiştir.[6]
20 Mayıs 2013 Pazartesi
Yapanlarla yazanlar; Çanakkale üzerine... - İlber Ortaylı
Britanya İmparatorluk Harp Tarihi Müzesi ve Britanya Kütüphanesi’ndeki hazır dökümanlara el atıp kolayına film çıkarmak modasından artık vazgeçmelidir. 18 Mart gecesi TRT’de seyrettiğimiz belgesel daha evvel vizyona giren filmin düzeltilmişi gibi... Çanakkale Savaşı’nın encamı ve ruhu Avustralyalı askerlerin yazdığı mektuplardan anlaşılmaz
Her toplum tarihi yapar; bazısının yaptığı tarih öbürlerini ve dünyanın gidişini etkiler. Çanakkale Deniz Muharebeleri ardından kara savaşı, dünya tarihinde kendi anısına dikilen abide kadar kalıcı ve destansıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın kaderini, savaş sonundaki gelişmeleri etkileyen büyük olaylardandır. Savunma durumunda olan Türkler, Tıb Fakültesi ve Mühendis Mektebi’ndeki, seçkin liselerdeki genç aydınlarından kasabalardaki becerikli zenaatçısına, ülkenin toprağını ekip biçen çiftçisine kadar ancak 40 yılda telafi edebilecekleri büyük kayıplar vermişlerdir. Kurtardıkları topraktaki insanlar verdikleri
savaş yüzünden vatandaşlık toplumuna doğru önemli bir adım atmışlardır.
Evet, vatandaşlık toplumuna ve bilincine bir ulusun bireyleri, filozofları okumaktan çok yaşadıklarıyla ulaşırlar. Çanakkale’de savaşan asker Galiçya’ya gitmiştir. Aynen başındaki genç komutanlar gibi Doğu cephesine kaymıştır. Suriye-Filistin’e ve Mezopotomya’ya akmıştır. 1915 ve 1916 Gelibolu ve Kut’ül Ammare gibi Britanya İmparatorluğu’nu sarsan, İngiliz kamuoyunu imparatorluk uykusundan uyandıran, İngiltere’yi Avrupa’dan Ortadoğu’ya çeken savaşlardır. Yanlış tarafta savaştık; daha doğrusu bizim olmayan bir savaşın içindeydik, yenilgi kaçınılmazdı ve imparatorluk parçalanacaktı. Ama bu arada vatanımızı ve insanlarımızı da kaybettik.
TRT’nin hizayı bulma vakti gelmiş de geçiyor bile
Bu dramatik muhteşem tarihi nasıl yorumluyoruz sorusuna gelince; bir müddetten beri moda olduğu üzere, Britanya İmparatorluk Harp Tarihi Müzesi ve Britanya Kütüphanesi’ndeki hazır döküman ve kasetlere el atıp kolayına film çıkarmak modasından vazgeçmelidir. 18 Mart gecesi TRT’de seyrettiğimiz belgesel daha evvel sinemalarda vizyona giren filmin düzeltilmişi gibi görünüyor. Çanakkale sadece ANZAC’larla Türk askerleri arasında geçen savaş değildir. Çanakkale Savaşı’nın encamı ve ruhu Avustralyalı askerlerin yazdığı mektuplardan anlaşılmaz. Hemen hemen hiçbir Türk savaş tarihçisine müracaat edilmemiş. Sadece kısa takdim konuşması yapan bir prodüktör var. Peter Hart (ki iyi bir tarihçidir), Nigel Steel, Robin Prior, Les Carlyon ne kadar iyi de olsalar bu gibi filmlerde “audi alteram partem” (öbür tarafı da dinle) kuralına uyulması gerekir. Uyulmaması imkansızlıktan değil, kolaycılıktan. Bu geçiştirmeciliğin sonunda başkaca rejisörün biri evinin bahçesine siper kazarak Çanakkale filmi çevirmeye kadar işi götürdü. Ciddi olalım; yapılan tarihin böylesine geçiştirilmesi hazin bir tecellidir. TRT’nin de artık hizayı bulması vakti gelmiş de geçiyor bile.
Çalışmalarda Doç. Dr. Özkan Aygün ve ekibi görev aldı.
Ne kadar da kolay Schliemann oluyorlar
HEINRICH Schliemann malum, yoksul ve okul göremeyen zeki bir çocuktu; hem zengin oldu hem de kendini yetiştirdi. Tarih öğrendi, klasik dilleri öğrendi ve akademisyen olamayan basit insanların ödülü oldu, bir efsanedir denen Troia’yı buldu.
O günden beri Avrupa’da Schliemann taslakları hep çıkar ama o kadar... Mesela bunlardan bir tanesine 10 sene evvel Nemrut Adıyaman’da kazı yapmak için izin isterken rastlamıştık. Garip bir Hollandalıydı. Öte yandan Schliemann, Troia’yı buldu ama arkeoloji tarihinin de en berbat kazısını yaptı.
İki tane belgeselci, bir-iki iyi niyetli ve dinamik, amatör dalgıç, zevahiri kurtarmak için bir-iki de profesyonel dalgıç bulmuşlar; televizyonda demeç veriyorlar. 1700 yıllık sırların ve efsanelerin güya peşine düşmüşler. Vay vay! (Ayasofya’nın tarihi henüz 1500 sene olacak, hazırlığa girişmeyi unutmayalım.) Ayasofya zeminindeki 283 metrelik tünellerde girişilen keşif turunda, 13. yüzyıldan önce gömülen çocuk aziz Antinegenos ve ondan iki yüz yıl sonra Patrik Athanasius’a ait olduğu sanılan kemikler ve mozaikler de bulunmuş (!). Biz neymişsiz; Hıristiyan hagiografisini bile altüst ettik. Ekümenik patrikhaneye iş kalmayacak. O bir yana, benim çok iyi tanıdığım Kültür Bakanlığı; “Ayasofya’nın civarına umumi helalar yaptırmadan evvel, Ayasofya, Binbir Direk ve Topkapı arasındaki sarnıç ve tünellerin bir haritasını ve ölçümünü yapalım” ikazına bile aldırmazken bu becerikli adamlar bu Ayasofya’nın temellerinin dehliz uzunluğunu nasıl ölçmüşler hayret ettim.
Reklam kokulu sözde araştırmalar
İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Doç. Çiğdem Özkan Aygün ve ekibinin Ayasofya’nın altındaki dalma araştırmalarının tetkiki bakanlık tarafından hem izin verilip hem engellenirdi. Bizzat şahidiyim. Bu beylerin de o işte dahli var mı bilmiyorum ama iddialarına göre ilmi araştırmayı bunlar yapıyorlarmış.1940’larda o zamanki müdür Feridun Dirimtekin’in bulduklarına da bunlar sahip çıkıyorlar. (Anlaşılan üniversiteler de önce bunların icazetini alacak.) Çiğdem Hanım ve ekibinin ciddiyetini bizzat Topkapı dehlizleri ve sarnıçlarını çalışmalarını izinlendirip belgeledikten (ve bunlar yurt dışında da yayınlandı) daha iyi gördük. Amaçları sadece dehliz ve sarnıçların fiziki konumlarını tespit edip harita çıkarmaktır.
Bu beyler başka; Hürriyet’in pazar ekine bakılacak olursa dehlizlere girmeyecek ebatta tüplerle şık fotoğraflar da alınmış. Dehlizlerde bir de İngiliz asker mataraları bulmuşlar. Bir tarih dergisi ve televizyonda belirttikleri; “neler bulduk, ne sırlar var” havası bana doğrusu hiç de inandırıcı gelmedi. Ayasofya üzerindeki reklam kokulu bu sözde araştırmaların mali hedeflerini hiç tartışacak ve araştıracak değilim; fakat abide üzerindeki tasarruflara dikkat etmek herkesin görevi olmalıdır. n
İstanbul Kuşatması’nda indirilen gemiler... - İlber Ortaylı
Gemilerin karadan yürütülme meselesini tartışanlar memleketimizdeki amatör tarihçilerdir. Zira çekilen gemilerin çekilemez cinsten olmadığı anlaşıldığı gibi tartışılan iki-üç güzergâhın da bu ameliyeye müsait olduğu görülüyor
560 yıl önce 22 Nisan 1453 günü Tursun Bey ve Kritovulos gibi vakanüvislerin ifadesiyle Bizanslılar, Haliç’te altmış küsur parça kadırgayı görünce şaşırdılar. Bizanslı tarih yazıcı Dukas
gemi sayısını artırır.
Zira 20 Nisan’da Sakız Adası’ndan mühimmat ve tahıl dolu birkaç parça gemiyle kuşatılan Konstantinopolis’e yardıma gelen Papalık ve Bizans’a ait gemiler rüzgar kesilince Haliç’in ağzına gelemeden kalmışlar ve civardan amiral Baltaoğlu Süleyman’ın kadırgaları bunlara saldırdığı halde başarı gösterememişlerdi. Kuşatılanlara yardıma gelen gemilerin bordaları yüksekti, Grek ateşini başarıyla kullanıyorlardı. Baltaoğlu Süleyman 20 Nisan’daki bu başarısız hareket yüzünden surların üzerinde bekleşen halk tarafından dil uzatılarak, yani alay edilerek ardından da genç hünkardan şiddetli bir azar işiterek azledildi. Yardım gemileri ise birden çıkan lodosun yardımıyla yelkenleri şişince Haliç’e alındılar.
Cenova’nın ebedi düşmanı Venedik’ti
Galiba eski proje bu an yürürlüğe kondu. Şu sıralar kuşatma üzerine “Fetih ve Kıyamet 1453” (Timaş Yayınları) eseri çıkan Feridun Emecen’in de belirttiği gibi hazırlanan gemiler ki bunların alçak bordalı ve hafif olduğu anlaşılıyor, bugünkü Dolmabahçe civarından karaya çekilmiş ve bir gecede Haliç’e indirilmişlerdir. Galata Cenevizlilerinin bu gemilerle pek uğraşmadığı anlaşılıyor.Sadece gemiler Galata surlarının menzilinin dışında kaldıklarından değil, Cenevizli kısmı GeneralGiustiniani’nin şahsında Kostantiniyye surlarının içinde Bizans’a yardım edip dövüşürken, beri tarafta da Türklerle geçinmeyi tercih ediyordu. Çünkü ne Bizans ne de Türkler Cenevizlilerin dostu ya da düşmanıdır. Cenova’nın ebedi düşmanı Venedik’ti. Onları bu çevrede safdışı etmek gerekirdi. Haliç’e inen gemilerin kuşatmaya moral verdiği anlaşılıyor, yoksa fetih yine kara tarafından gerçekleşti. Osmanlı denizciliği henüz Kanuni ve II. Selim devrinden çok gerideydi. Zayıf Haliç surlarını bile bu donanmanın ne kadar oyaladığı bilinemez. Ama kuşatılan şehrin artık denizden yardım alması mümkün değildi. Gemilerin karadan yürütülme meselesini tartışanlar memleketimizdeki amatör tarihçilerdir. Zira çekilen gemilerin çekilemez cinsten olmadığı anlaşıldığı gibi tartışılan iki-üç güzergâhın da bu ameliyeye müsait olduğu görülüyor. Kritovulos, Tursun Bey, Nestor İskender (Pertusi) ve yukarıda zikredilen Dukas gibi muasır vekayinameler kadar Steven Runciman, John Melville ve Gustave Schlumberger gibi muasır tarihçiler de gemi yürütme ameliyesini tasvir ederler.
İstanbul’un fethi üzerindeki münakaşaların çoğu zaman İstanbul’un topografyasını ve o dönemin kaynaklarını yorumlayıp değerlendirmemekten ileri geldiği söylenebilir. Türk tarihçilerinden Feridun Emecen’i ve klasik yazarlardan Steven Runciman’ı bu konuda okumayı tavsiye etmek mümkündür.
gemi sayısını artırır.
Zira 20 Nisan’da Sakız Adası’ndan mühimmat ve tahıl dolu birkaç parça gemiyle kuşatılan Konstantinopolis’e yardıma gelen Papalık ve Bizans’a ait gemiler rüzgar kesilince Haliç’in ağzına gelemeden kalmışlar ve civardan amiral Baltaoğlu Süleyman’ın kadırgaları bunlara saldırdığı halde başarı gösterememişlerdi. Kuşatılanlara yardıma gelen gemilerin bordaları yüksekti, Grek ateşini başarıyla kullanıyorlardı. Baltaoğlu Süleyman 20 Nisan’daki bu başarısız hareket yüzünden surların üzerinde bekleşen halk tarafından dil uzatılarak, yani alay edilerek ardından da genç hünkardan şiddetli bir azar işiterek azledildi. Yardım gemileri ise birden çıkan lodosun yardımıyla yelkenleri şişince Haliç’e alındılar.
Cenova’nın ebedi düşmanı Venedik’ti
Galiba eski proje bu an yürürlüğe kondu. Şu sıralar kuşatma üzerine “Fetih ve Kıyamet 1453” (Timaş Yayınları) eseri çıkan Feridun Emecen’in de belirttiği gibi hazırlanan gemiler ki bunların alçak bordalı ve hafif olduğu anlaşılıyor, bugünkü Dolmabahçe civarından karaya çekilmiş ve bir gecede Haliç’e indirilmişlerdir. Galata Cenevizlilerinin bu gemilerle pek uğraşmadığı anlaşılıyor.Sadece gemiler Galata surlarının menzilinin dışında kaldıklarından değil, Cenevizli kısmı GeneralGiustiniani’nin şahsında Kostantiniyye surlarının içinde Bizans’a yardım edip dövüşürken, beri tarafta da Türklerle geçinmeyi tercih ediyordu. Çünkü ne Bizans ne de Türkler Cenevizlilerin dostu ya da düşmanıdır. Cenova’nın ebedi düşmanı Venedik’ti. Onları bu çevrede safdışı etmek gerekirdi. Haliç’e inen gemilerin kuşatmaya moral verdiği anlaşılıyor, yoksa fetih yine kara tarafından gerçekleşti. Osmanlı denizciliği henüz Kanuni ve II. Selim devrinden çok gerideydi. Zayıf Haliç surlarını bile bu donanmanın ne kadar oyaladığı bilinemez. Ama kuşatılan şehrin artık denizden yardım alması mümkün değildi. Gemilerin karadan yürütülme meselesini tartışanlar memleketimizdeki amatör tarihçilerdir. Zira çekilen gemilerin çekilemez cinsten olmadığı anlaşıldığı gibi tartışılan iki-üç güzergâhın da bu ameliyeye müsait olduğu görülüyor. Kritovulos, Tursun Bey, Nestor İskender (Pertusi) ve yukarıda zikredilen Dukas gibi muasır vekayinameler kadar Steven Runciman, John Melville ve Gustave Schlumberger gibi muasır tarihçiler de gemi yürütme ameliyesini tasvir ederler.
İstanbul’un fethi üzerindeki münakaşaların çoğu zaman İstanbul’un topografyasını ve o dönemin kaynaklarını yorumlayıp değerlendirmemekten ileri geldiği söylenebilir. Türk tarihçilerinden Feridun Emecen’i ve klasik yazarlardan Steven Runciman’ı bu konuda okumayı tavsiye etmek mümkündür.
“Fetih ve Kıyamet 1453” Timaş Yayınları’ndan çıktı. “İstanbul’un Fethi” Kabalcı Yayınları’nın önemli bir çalışması.
Kemal Tahir ve bizim kuşak
Bundan 40 yıl önce 21 Nisan 1973’ü izleyen günde dönemin en çok okunan ve tartışılan,
en sevilen yazarının kalb kriziyle aramızdan ayrıldığı duyuldu. Ani krizin Türk aydınlarının ebedi hastalığı olan yüksek sesle ve çuvaldızla yapılan tartışmalardan birinin sonucunda olduğu söylendi. Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve Nizamettin Nazif dönemin Babıali’deki üç en yakışıklı yazarı diye bilinir. Kuşkusuz sıhhatliydiler ama yaşadıkları hayattan, zorluklardan dolayı sağlık kurallarına dikkat edememeleri ilk ikisinin erken ölümüne neden olmuştur. Nazım Hikmet de, Kemal Tahir de 60’ıncı yıllarının başında bu dünyadan ayrıldılar.
Yeni bir söylem
1910 yılında doğmuştu. Nazım’la kaderi ünlü Bahriye davasında sudan denecek bir nedenle uzun bir cezaevi macerasıyla devam etmiştir. 1950’deki afla dışarı çıktı. Galiba Kemal Tahir’in asıl yol ayrımı Serbest Fırka’yı anlatan ünlü romanı “Yol Ayrımı”ndaki
gibi olmadı. Uzun hapishane yılları okumaları; Türkiye tarih ve sosyolojisindeki Halil İnalcık, Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan gibi bir kuşak tarihçiler ve devletin göreli rolüne her zaman işaret eden kendinden genç bir sosyolog olan Şerif Mardin’in etkisiyle karşılaşması Kemal Tahir’i 60’lı yıllarda yeni bir söylemle Türk aydınının karşısına çıkardı. Aslında bu gelişimin daha öncesi var; “Yediçınar Yaylası”nı ve “Rahmet Yolları Kesti”yi ele alalım; ilkinde sözde feodal toprak sahibi sınıfın, ikincide ise eşkıyanın kahramanlığının romansın ötesinde gerçek değil ancak bir mizah olabileceğini ileri süren Kemal Tahir bu sefer “Devlet Ana”da Osmanlı imparatorluk geleneğini gümbür gümbür haykırmak istiyordu.
Belli ki Osmanlı ananesine, kuşağının Marksistleri hatta klasik Kemalistlerinin aksine çok fazla ağırlık vermişti. Etkileyici oldu. Hatırlayacağız; 1968’de Salim Şengil, Dost dergisinde bir soruşturma açtı. Sol aydınlar arasında soruşturma sırasında bir tezat, adeta bir çekişme ortaya çıktı. Halit Refiğ gibi bu Türk romanının gerçek başlangıcıdır diyenler, işi oraya kadar götürmeyip Osmanlı tarihinin doğru ve ilmi yorumunun edebiyata yansıması diyenler kadar “Devlet Ana”yı; “ucuz bir şövalye romanı, uzatılmış bir anlatım ve yavan bir kavga”ya değerlendirmesine indirgeyenler de oldu. Kısacası soruşturmanın sonunda Kemal Tahir sadece Türk romanını değil Türk düşüncesini bile işgal etmeye başladı. Genç kuşakların içinde Kurtuluş Kayalı gibi taraftarları da vardı, Bilge Karasu gibi onu edebiyattan çıkaran değerlendirmeciler de...
Aslında Kemal Tahir köylüye de, Anadolu’ya da, devletin tarihine de değişik bakmayı önermiştir. “Kurt Kanunu” ve “Yol Ayrımı”nda Cumhuriyet tarihini bir yönüyle masaya yatırıyordu. Amakesinlikle devletin ve cumhuriyet kadrolarının önemsiz ve yanlış olduklarını tekrarlamış değildir. Devlet, Türk tarihinin ve Türk halkının uzun bir yoldan geçen ortak ürünüdür ona göre...
Hücuma uğradı
Abdülhamid’in yaverlerinden yüzbaşı Tahir Bey ile Naile Sultan’ın maiyetindeki Nuriye Hubser Hanım’ın çocuğuydu. Galatasaray Lisesi’ni onuncu sınıfta bırakmıştır. Lisan bilirdi, çevirdiği Mayk Hammer romanları Mickey Spillane’kinden daha çok sayıdadır. Muarızları bunu da ele aldılar. “Romanları Mayk Hammer üslûbundadır” dediler. “Bozkırdaki Çekirdek”te Cumhuriyet dönemi Milli Eğitim bürokrasisinin Köy Ensititüsü’ndeki çocuklara eziyet ettiğini vurguladığı için geniş bir solcu kitlenin hücumuna uğradı. Ama Kemal Tahir hep okundu. Doğrusu üstadın dünya görüşünün sürükleyici üslûbunun mizahla karışık özgün bilgeliğinin gelecek kuşakları hâlâ ülkenin tarihine ve gerçeğine bir başka bakışla değerlendirmeye itip itmeyeceğini bilemiyorum; ama yirminci yüzyıl Türk edebiyatının çok önemli bir yazarı olduğunu teslim etmemiz gerekir.
en sevilen yazarının kalb kriziyle aramızdan ayrıldığı duyuldu. Ani krizin Türk aydınlarının ebedi hastalığı olan yüksek sesle ve çuvaldızla yapılan tartışmalardan birinin sonucunda olduğu söylendi. Kemal Tahir, Nazım Hikmet ve Nizamettin Nazif dönemin Babıali’deki üç en yakışıklı yazarı diye bilinir. Kuşkusuz sıhhatliydiler ama yaşadıkları hayattan, zorluklardan dolayı sağlık kurallarına dikkat edememeleri ilk ikisinin erken ölümüne neden olmuştur. Nazım Hikmet de, Kemal Tahir de 60’ıncı yıllarının başında bu dünyadan ayrıldılar.
Yeni bir söylem
1910 yılında doğmuştu. Nazım’la kaderi ünlü Bahriye davasında sudan denecek bir nedenle uzun bir cezaevi macerasıyla devam etmiştir. 1950’deki afla dışarı çıktı. Galiba Kemal Tahir’in asıl yol ayrımı Serbest Fırka’yı anlatan ünlü romanı “Yol Ayrımı”ndaki
gibi olmadı. Uzun hapishane yılları okumaları; Türkiye tarih ve sosyolojisindeki Halil İnalcık, Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan gibi bir kuşak tarihçiler ve devletin göreli rolüne her zaman işaret eden kendinden genç bir sosyolog olan Şerif Mardin’in etkisiyle karşılaşması Kemal Tahir’i 60’lı yıllarda yeni bir söylemle Türk aydınının karşısına çıkardı. Aslında bu gelişimin daha öncesi var; “Yediçınar Yaylası”nı ve “Rahmet Yolları Kesti”yi ele alalım; ilkinde sözde feodal toprak sahibi sınıfın, ikincide ise eşkıyanın kahramanlığının romansın ötesinde gerçek değil ancak bir mizah olabileceğini ileri süren Kemal Tahir bu sefer “Devlet Ana”da Osmanlı imparatorluk geleneğini gümbür gümbür haykırmak istiyordu.
Belli ki Osmanlı ananesine, kuşağının Marksistleri hatta klasik Kemalistlerinin aksine çok fazla ağırlık vermişti. Etkileyici oldu. Hatırlayacağız; 1968’de Salim Şengil, Dost dergisinde bir soruşturma açtı. Sol aydınlar arasında soruşturma sırasında bir tezat, adeta bir çekişme ortaya çıktı. Halit Refiğ gibi bu Türk romanının gerçek başlangıcıdır diyenler, işi oraya kadar götürmeyip Osmanlı tarihinin doğru ve ilmi yorumunun edebiyata yansıması diyenler kadar “Devlet Ana”yı; “ucuz bir şövalye romanı, uzatılmış bir anlatım ve yavan bir kavga”ya değerlendirmesine indirgeyenler de oldu. Kısacası soruşturmanın sonunda Kemal Tahir sadece Türk romanını değil Türk düşüncesini bile işgal etmeye başladı. Genç kuşakların içinde Kurtuluş Kayalı gibi taraftarları da vardı, Bilge Karasu gibi onu edebiyattan çıkaran değerlendirmeciler de...
Aslında Kemal Tahir köylüye de, Anadolu’ya da, devletin tarihine de değişik bakmayı önermiştir. “Kurt Kanunu” ve “Yol Ayrımı”nda Cumhuriyet tarihini bir yönüyle masaya yatırıyordu. Amakesinlikle devletin ve cumhuriyet kadrolarının önemsiz ve yanlış olduklarını tekrarlamış değildir. Devlet, Türk tarihinin ve Türk halkının uzun bir yoldan geçen ortak ürünüdür ona göre...
Hücuma uğradı
Abdülhamid’in yaverlerinden yüzbaşı Tahir Bey ile Naile Sultan’ın maiyetindeki Nuriye Hubser Hanım’ın çocuğuydu. Galatasaray Lisesi’ni onuncu sınıfta bırakmıştır. Lisan bilirdi, çevirdiği Mayk Hammer romanları Mickey Spillane’kinden daha çok sayıdadır. Muarızları bunu da ele aldılar. “Romanları Mayk Hammer üslûbundadır” dediler. “Bozkırdaki Çekirdek”te Cumhuriyet dönemi Milli Eğitim bürokrasisinin Köy Ensititüsü’ndeki çocuklara eziyet ettiğini vurguladığı için geniş bir solcu kitlenin hücumuna uğradı. Ama Kemal Tahir hep okundu. Doğrusu üstadın dünya görüşünün sürükleyici üslûbunun mizahla karışık özgün bilgeliğinin gelecek kuşakları hâlâ ülkenin tarihine ve gerçeğine bir başka bakışla değerlendirmeye itip itmeyeceğini bilemiyorum; ama yirminci yüzyıl Türk edebiyatının çok önemli bir yazarı olduğunu teslim etmemiz gerekir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)